Hülya Soyşekerci'nin "26. yılında EYLÜL KARANLIĞINDAN" başlıklı yazısı


Hülya Soyşekerci
26. yılında “Eylül Karanlığından”*

Türkiye tarihinin en karanlık sayfalarından bir kısmını 12 Eylül döneminin acı ve kederle dolu o zorlu ve korkunç yılları oluşturur. Yaşayanların hafızalarında derin izler bırakan bu travmatik dönemin vicdanlarda açtığı yaralar hâlâ kanamaya devam ediyor ne yazık ki...


12 Eylül 1980 darbesinden bu yana uzun yıllar geçti; yeni kuşaklar yetişti. Genç kuşaklar hayata güzel bakan, şiddetten uzak duran bir yaklaşım sergiliyor. Ancak kapitalizmin modern kölelik sistemi, gençlerin o yıllarda ülkemizde yaşananlara yabancı kalmaları ve yakın tarihin ayrıntılarını görmemeleri için her türlü oyun ve şaşırtmacaya başvuruyor. Kapitalist sistem, hız ideolojisinin rehberliğinde, sürekli değişen gündemler oluşturarak, şimdiki zamanı geçmişten ve gelecekten koparıp zihinlerdeki toplumsal süreç algısını parçalayarak, gerçekliği yaşanan âna indirgiyor.


Şimdi’ye kilitlenen bilinçler, bu hızla akışa karşı koyamıyor; bellekler sürekli aşındırılıyor; geçmişte yaşananlar unutturularak, bireylerin bugünde yaşananları bilgi ve bilinçle anlama ve yorumlamalarının önüne geçiliyor. Genç kuşaklara geçmişin bilgisini aktaracak olan belleklerin aşınması, geleceğin demokrasi süreçlerini de sekteye uğratıyor. Geçmişe ait her şey, inanılmaz bir bellek erozyonuyla “unutulma adaları”na çekiliyor; anı birikimleri, toplumsal acılar ve hüzünle dolu yaşantılar, dipsiz bir kuyunun içinde kaybolup gidiyor. İnsanın kendi belleğini yitirmesi, vicdanını yitirmesiyle özdeşleşiyor. “Bellek denilen şey aslında insanın vicdanı, haysiyetidir. Unutmak ihanettir.  Zaman sadece bir gösterge, tarih… Onu anlamlı kılan anılarımızdır.” diyor sanatçı Ercan Kesal.


Geçmişten günümüze, günümüzden geleceğe uzanan zamanın sonsuz akışı içinde, geçmişi sorgulamak ve bugünden bakarak toplumsal geleceği yapılandırmak, anımsama süreçlerini harekete geçirmekle mümkün olabilir ancak. O nedenle, yakın geçmişte yaşananların özellikle sanat yapıtları aracılığıyla genç kuşakların bilincine aktarılması, geleceğin sağlam adımlarla kurulmasını ve demokrasi, barış, adalet gibi toplumsal ideallerin gerçekleşmesini, sağlamlaşmasını mümkün kılacaktır diye düşünüyorum.  


Sanat, toplumsal bilinç aktarımını gerçekleştiren en önemli araçlardan biridir her zaman.  Sanatın tanıklığı, en güçlü direnişi oluşturur toplumsal ve bireysel vicdanlarda. Yaşanan bir tragedyaya sanatın tanıklığı içinden bakmak, görsel dilin güçlü imgelerinde direniş ve umudu çoğaltmak cesur bir çabanın göstergesidir.


Ressam-yazar Alime Mitap’ın 12 Eylül tanıklıklarını görselliğin olanaklarıyla dillendirdiği resimlerinde bu onurlu direnişi sessiz haykırışlar halinde, yüreğimizin derinliklerinde duyumsuyoruz. 12 Eylül, hem darbe öncesi hem de sonrasında yaşananlarla, ülke üzerine bir kâbus gibi çökmüştü;  karanlığın en koyu noktasıydı bu darbe. Bir yangın, bir çile, bir yıkımdı; kan ve gözyaşından beslenen bir canavardı. Darbenin kanlı izleri silinmedi; daha anlatılacak pek çok hikâye, pek çok insanlık durumu var eylül karanlığı içinden sessizce süzülüp gelen…


Gerçek bir aydının yüreği, darbe dönemindeki kıyımlara, insan yıkımlarına, acılara, idamlara, kayıplara, işkencelere sessiz kalamazdı. 12 Eylül’e direnmenin, ona karşı sanatsal protestonun yükselen ilk seslerinden biriydi Alime Mitap’ın özgür sesi.  Yürekli bir kadının; çağdaş bir aydının sanatla direnmesinin ne denli etkili olduğu görüldü. 1988’de yükseldi bu ilk çığlık. Öylesine derin, öylesine güçlü bir yankı buldu ki Alime Mitap’ın 12 Eylül’deki insanlık dışı karanlığı anlattığı resim sergisini yüzlerce insan izledi o günlerde. Daha sonra tablolar, yurt içinde ve yurt dışındaki sergilerde, aralarında BM İnsan Hakları Bürosu’nun da bulunduğu birçok kişi ve kurum tarafından, 12 Eylül’ün belgeleri olarak koleksiyonlara alındı. Bir açık görüş sırasında bir ana oğlun kavuşmasını anlatan Kucaklaşma adlı resim Ankara’daki sergiyi gezen Uğur Mumcu’yu da etkilemiş; değerli gazeteci bu resmi uzun uzun incelemişti.


Vedat Günyol o günlerde şunları yazıyordu: “Alime Mitap soyut resme sırt çevirmiş, gerçekçiliğe gönül vermiş bir ressam olarak çıkıyor karşımıza. Onun resimleri, İspanyol ressamı Francisco Goya’nın (1746-1828) resimlerini akla getiriyor. O Goya ki, saray ressamlığı yapmış, soylu denen insanların resimlerini çizmiş görevli olarak, ama iliğine kadar halk yaşamına gönül bağlamış, ezilen, horlanan, işkence çeken insanlara adamış büyük ölçüde fırçasını ve kalemini. 1808-1814 arasında Napolyon ordularının zulmüne karşı ayaklanan İspanyolların çektiği acıları, uğradıkları işkenceleri Savaşın Yıkımları adı altında eşsiz çizgilerle ölümsüzleştirmiş. Kitaptaki resimlere topluca bakarsak diyebiliriz ki, içerdekilerden dışarıdakilere taşan bir acı karşısındayız… Ana kucağında bir çocuk… Dipte bir asker silueti, seyirci durumunda. Torununa sarılmış bir nine… Gözleri bağlı bir adamı ite kaka çekiyor askerler. Bir de idam edilmiş bir adamdan geride kalan eşyalar:  Bir kol saati, bir gözlük, ayakkabıları… Kolları çengellere bağlı bir kız. Dikenli teller önünde ağlayan bir kadın… İşte, Alime Mitap’taki acı ve insanlık onuru taşıyanlara mesaj, bu resimlerde odaklanıyor. Bütün bu resimler içinde bir tanesi var ki olağanüstü: Gözleri bağlı bir güzel insan. Yüz çizgilerinin güzelliği mi dersiniz, direnç dolu onurlu tutumu mu, güzelin güzeli bir portre bu. Ben buna “Gözleri bağlı Prometheus” diyorum.”


Alime Mitap, naif çizgilerle, pastel renklerin sakin ve ince gerçekliğiyle yağlı boya tablolar ve karakalem desenler oluşturarak, yaşadıklarına, gördüklerine sanatın tanıklığı içinden bakıyor. Her resim bir insan hikâyesi taşıyor içinde; bizi biz yapan, bizi insan kılan hikâyeler… Bu resimlerdeki görsel imgelerin yıllar sonra yazıya dönüşerek Alime Mitap’ın Ateş Çiçekleri adlı öykü kitabına esin verdiğini de belirtelim.


Sanatçı, yaşadıklarını resim sanatına dönüştürme sürecini şöyle anlatıyor: “12 Eylül'den birkaç ay sonra arkadaşlarımızla birlikte gözaltına alındık. Altmış gün Ankara'da DAL denilen işkence merkezinde, bir hücrede kaldım. Geceyle gündüzü ayırt edemediğimiz bir yerdi. Orada ne kadar kaldığımı, cezaevine sevk edilirken düzenlenen tutanaktaki tarihten anlayabilmiştim. DAL'da, siyasi tutuklulara yapılan işkencelere tanık oldum. Daha sonra Mamak Askeri Cezaevi'ne sevk edildim. Toplam on dört ay süren tutsaklığımın ardından salıverildim. Çıktığımda oğlum iki buçuk yaşındaydı. Sonradan Mahkeme'de beraat edecektim ancak eşimin tutsaklığı sürdüğü için cezaeviyle (görüşçü olarak) bağlantımız devam etti. Görüşe her gidişimizde birçok üzücü olaya tanık oluyorduk. Bunları içime sindiremiyor; anlatmak, şikâyet etmek, başkalarıyla paylaşmak gereğini duyuyordum. Bu duygular içindeyken, 1986'da, çocukluktan beri ilgi duyduğum resme yöneldim. Kadir Ata ve Fahir Aksoy atölyelerinde çalıştım bir süre. Hocalarımın beni yüreklendirmesiyle, resim yapma konusunda cesaretim arttı. Belleğimdeki sahneleri tuvale aktarmaya başladım. Bir yıl içinde Eylül Karanlığından sergisini oluşturacak olan tablolar ortaya çıktı.”


Büyük ilgi uyandıran sergideki resimlerin daha geniş kitlelere ulaşması da çok önemliydi. Sergi kataloğunun ilk basımı Belge Yayınları’nca gerçekleştirildi. Sunuş yazısında “Alime Mitap’ın çalışmalarında yer yer bir Goya’nın, bir Kaethe Kollwitz’in ya da bir Kahlo’nun tadını bulmak mümkün. Natürmortlu resimlerde Osman Hamdi’yi anımsarken, bir genç kızın portresinde tam bir naif resim tadı alıyoruz.” diyor Ragıp Zarakolu. “Bu resimler ve desenler bir döneme tanıklık ederken tarihe vurucu bir iz de bırakıyor. Sözün kalemin yetmediğini çizgi, renk ve yoğun bir duyarlılıkla aktarıyor. İnceliklerle dolu, çarpıcı, insanı sarsan bir protesto var bu resimlerde.” sözleriyle değerlendiriyor Alime Mitap’ın sanatsal çabasını.


Eylül Karanlığından’ın 2007’de gerçekleştirilen ikinci basımında Alime Mitap’ın ince bir duyarlılığı taşıyan sözleri dikkati çekiyor: “Bu kitabımı, 12 Eylül'ün zulmü altında yaşamlarını yitirmiş olan; hayatta kalmış olsalar da, bu kâbus nedeniyle yaşamları kararmış olan bütün devrimcilere ve cezaevi kapılarında yıllarca çile çeken ailelere armağan ediyorum.”  12 Eylülle derinliğine yüzleşilmesi gerektiğini söyleyen Alime Mitap, aksi halde toplumun yaşadığı bu büyük travmayı atlatamayacağını belirtiyor.


Eylül Karanlığından sergisinin gerçekleştirilmesi ve sergi kataloğunun ilk basımı üzerinden tam 26 yıl geçti; zaman içinde darbeyle yüzleşmeyi amaçlayan yazınsal ve görsel birçok sanat yapıtı oluşturuldu. Alime Mitap’ın resimleri ve sergi kitabı, 12 Eylül zulmüne karşı ilk cesur tepki, ilk başkaldırı olarak toplumsal direniş tarihimizin en saygın sayfalarından birini oluşturuyor. Değerli ressamın bu sanatsal çabası; sanatçı, vicdan, tarihe tanıklık gibi kavramlar üzerinde hepimizi derinden düşündürmeye devam ediyor.


Eylül Karanlığından’ın ikinci basımında Alime Mitap’ın ilk sergiye yetiştiremediği başka resimlerin de eklenmiş olduğunu; yaşanan zulüm dönemine tanıklığın daha pek çok sanatsal kareler içinde dile geldiğini görüyoruz. Kitaptaki her resme hüzün ve keder duygusu damgasını vuruyor. Yer yer sessiz bir öfke yükseliyor renklerin arasından; ve bir anda başkaldırının o derin çizgileriyle buluşuyor gözlerimiz. Alime Mitap’ın resimlerinde insanlar ön planda. Çocuklar, genç kızlar, delikanlılar, gözü yaşlı anneler ve babalar… Figürlerin hareketlerinde ve yüzlerinde, o an yaşadıkları yoğun kederin izlerini görebiliyoruz. İşkencenin, ölümün, çilenin, sonsuz bekleyişin bütün tragedyası vuruyor resimlerin solgun aynasına. 

Alime Mitap yaşadıklarını ve gözlemlediklerini sanat estetiğine dönüştürerek gözbebeklerimizi uyarıyor; bakışlarımıza bilinç ışıltıları katıyor. Bütün bu resimler, unutmaya, unutturulmaya ve bellek aşınmasına meydan okuyor. Vicdana, yüzleşmelere, sorgulamalara çağırıyor herkesi. Dikenli tel örgüler, gözetleme kuleleri, demir parmaklıklar, görüş gününde küçük bir kızın elindeki bir demet özlem çiçeğinin detayları, cezaevi mekânının içindeki sancıyı görsel imgeler halinde yüreğimizin derinliklerinde duyumsatıyor. İşkence, hücre, idam gibi acı gerçekler, insan yüzlerindeki zorlu, kederli, isyankâr ifadelerle dillendiriliyor. Alime Mitap kaba bir gerçekçilikle değil; insan yaşantılarının detaylarında kendini çoğaltan ince bir toplumsallıkla;  renklerin, çizgilerin, ışık ve gölgelerin arasından sezdirerek, duyumsatarak gösteriyor yaşanan o büyük tragedyayı.  İçtenlikle, kırılgan bir hüzünle ve sessiz bir direnişle…


Sanattır yaşamın özlü güzelliği, zamana ve ölüme karşı koyan büyük direnci. Sanat, direnmenin, umudun, insanın özgürlüğünün en gür sesidir; bu ses ne içeride, ne de dışarıda susar; yaşam sürdükçe sanatın sesi, - her şeye rağmen- kendini bir yolla, bir şekilde duyurur, ifade eder.  Eylül Karanlığından içindeki resimler gibi…
Eylül Karanlığından ile sanatın güçlü tanıklığına, hatırlamaya ve umuda yeniden merhaba…



HÜLYA SOYŞEKERCİ
hsoysekerci@gmail.com


*Alime Mitap, Eylül Karanlığından, Genişletilmiş 2. Basım, Etki Yay. 2007

(MESELE kitap dergisi, Eylül sayısı 2014'te yayımlandı.)

http://meseledergisi.com/2014/09/sanatin-tanikligi-26-yilinda-eylul-karanligindan/